Senem TURGUT


PAMUK İPLİĞİYLE BAĞLI HAYATLAR

PAMUK İPLİĞİYLE BAĞLI HAYATLAR


               Ortaokul yıllarında, hayat sadece okul ve evden ibaretti. Mutlu ailem ve ben, Manisa ili Akhisar ilçesinin köylerinden Kapaklı´ da çiftçilikle geçiniyorduk. Babam hayvancılık yapıyor, annem ise ev işleri ve tarla-bahçe işleriyle vakit geçiriyordu.

                Köyde yaşam zordu ama bir o kadar da eğlenceliydi. Çocukluğum hep koşturmacayla geçti. Ben daha sekiz yaşındayken ağabeyimin kızı Alev dünyaya geldi. Üç yıl sonra Mükerrem, ondan iki yıl sonra Selahattin doğdu. Malum, halalık yapmak kolay değildi. Yaşım küçük olmasına rağmen bir nevi annelik yapıyordum yeğenlerime. Çünkü bir evin içinde yaşıyorduk. Onları o kadar çok seviyordum ki ilerde kendi çocuklarım olduğunda ancak kıyaslama yapabilirdim. Selahattin bir yaşındayken onlar için yapmış olduğumuz evlerine taşındılar. Zamanla yokluklarına alıştım.

                Ekim aylarının başlarında tütünler yeni bitmiş evimize yaz temizliği yapıyorduk. Henüz on dört yaşında olan ben ilk kez badana boya işleri yapıyordum. Oldukça eğlenceli gelmişti. Kerpiç evimizin özellikle mutfak duvarlarında büyük çatlamalar olmuştu. Annem ıslatılmış kerpici samanla karıştırıp mutfağın derin çatlaklarını sıvadı. Annem on parmağında on marifet olan bir kadındı. Odaları, salonu annem plastik boya ile boyadı. Mutfak ve bahçelerimiz kireçle boyandı. Egeli olduğumuz için, kırmızı kuşak çekerdik bahçe duvarlarımıza. Bahçedeki güllerimiz budanır, yine filizler çıkmaya, yeni gül tomurcukları oluşmaya başlardı.

                Odalarımızda bulunan sedir örtüleri, yastık kılıfları, perdeler, halılar... Yıkanmadık hiçbir şey kalmadı. Boya kokusu ile deterjan kokusu evimizi sardı. Misafir odasındaki sandıklı divanların yüzleri eskimişti. Bu yüzden annem, yeni yüzlük için goblen kumaşlar alıp dikti. Yeni örtüler odaya ayrı bir hava kattı.

                Ekim sonuna kadar evimiz her sene olduğu gibi yeni baştan yaratılmıştı. Oturma odasına sobamızı da kurduk. Havalar soğumaya başlamıştı. Tam temizliklerimiz bitti, rahat bir kış geçireceğiz zannederken annem yoğun bir gribe yakalandı. Bastığı yere basmayan annem, yataktan kalkamaz oldu. Mustafa Ağabeyim Akhisar Devlet Hastanesine götürdü. Ağır ilaçlar verdi doktor. ´´ Çok üşütmüş, zatürreye çevirebilir. İstirahat ve ilaç kullanımı önemli ´´ demiş doktor. Aradan bir hafta geçti, annem biraz iyileşir gibi oldu. Ama hala halsiz olduğu için yataktan çıkamıyordu. Babam annemin başına gidip geliyor ´´ Hadi iyileş kocakarı´´ diye takılıyordu.

                Geçen iki haftalık süreçte annem hala kesilmeyen öksürüklerden dertliydi. ´´Bu böyle olmayacak´´ dedi babam. ´´Hazırlan, yarın seni İzmir´e Ege Üniversitesi´ne götüreceğim. Ne demiş atalarımız  -Boğulacaksan büyük denizde boğul.-´´

                Ertesi gün babam, annem ve ben İzmir´e gittik. Ege Üniversitesi´nde iç hastalıkları doktoru Cemal Süreyya´nın kapısının önünde beklemeye başladık. Annem kesik kesik öksürüklerini saklamak için işlemeli beyaz mendilini sürekli ağzında tutuyordu. Annem çok çekingen bir kadındı zaten. Kimseyi rahatsız etmek istemezdi.

                Yaklaşık bir saat beklemeden sonra annemin adını önceden kaydeden hemşire kapıyı açıp ´´ Mükerrem Erdoğan ´´ diye seslendi. Önce babamla annem girdi doktorun odasına, ben de usulca girip kapının yanında beklemeye başladım.

                Kırk beş yaşlarında saçları ağarmaya başlamış, uzun boylu, yeşil gözlü Dr. Cemal Süreyya anneme bakıp ´´Sen mi hastasın?´´ dedi. Annem ´´Evet ´´ diye kesik bir cevap verdi. ´´Geç bakalım diğer odaya da muayene edelim seni.´´ Annem yanındaki açık duran kapıdan yan odaya geçerken, elindeki çantayı bana uzattı. ´´Kızın da gelsin,´´ dedi doktor. Ben de annemin arkasından odaya girdim. Babam diğer odada hemşireyle kaldı. Malum o zaman seksenli yıllar hala insanların değer yargıları mutaassıplıktan yanaydı. Annem önce mantosunu, sonra yeleğini ve kazağını çıkardı. Atleti üzerinde, eşarbı ise başındaydı. Doktor elindeki aletle, ilk önce annemin göğsünün üstünü, kalbini daha sonra sırtını dinledi. Kaşları kalktı önce, sonra tekrar sırtını dinledi. Sanki tuhaf bir şeyler vardı.  ´´ Seni şimdi filme göndereceğim. Ama önce kan ve idrar tahlili için laboratuvara gidin. ´´ dedi doktor.

                Babamın olduğu odaya geçip, masasına oturdu. İki tane kâğıt çıkardı. Birine laboratuvar için bir şeyler yazdı ama karmaşık olduğu için okuyamadım. Diğer kâğıda ise bir doktor ismi yazdı, babama verdi. ´´Önce tahlilleri yaptırın, filmi çektirin. Sonuçları alıp üçüncü katta benim hocam olan Prof. Dr. Hayrettin Ziya Bey´e gidin. Bende orda olacağım, sonuçları onunla birlikte değerlendireceğim,´´ dedi.

                Annemin yüzü bir anda sarardı. Sanki bayılacakmış gibi oldu. Hemen koluna girdim. Bana bakıp gülümsedi. ´´ Acıktım galiba ´´ dedi. Neyse tahlilleri yaptırdık, filmi çektirdik. Sonuçlar iki saat sonra çıkacakmış. Biz de o zaman için üniversitenin dışında bir lokantaya girip, yemek yedik. Babam anneme ´´ Tatlı da yer misin? ´´ diye sordu. ´´Bilmem!... Senem isterse yiyelim,´´ dedi annem. Babam bana baktı. Gözlerimdeki ışıltıyı görünce, garsona dönüp ´´ Bize üç porsiyon Kemalpaşa ´´ diye seslendi.

                Tatlımızı da yedikten sonra tekrar üniversite bahçesine gelip, beklemeye başladık. Babamla annemin arasında bankta oturuyordum. Bahçede hastalar, hasta yakınları dolanıp duruyorlardı. Zaman böyle beklerken, hiç de su gibi akıp gitmiyordu. Aksine her dakikanın üstünü basa basa, eze eze, yavaş yavaş geçiyordu.

                Zaman gelince üçüncü kata çıktık. Babam hasta bakıcıya kâğıdı gösterip doktorun odasını sordu. Hasta bakıcı; ´´Koridorun en sonunda, sağdaki oda,´´ diye yanıtladı. Doktor odasının önüne gittiğimizde, babam çekingen tavırla hafifçe kapıyı tıklattı. ´´ Gel ´´ diye bir ses geldi odadan.

                Babam kapıyı açtı ve odaya girdi. Arkasından annem ve ben de girdik. Tahlil sonuçlarını doktora uzattı, ´´ Film sonucu yarım saat sonra çıkacakmış,´´ dedi babam. Doktor Hayrettin Ziya´ dan hiç ses çıkmadı. Babamın uzattığı tahlil sonuçlarını incelemeye başladı. Belki elli altmış yaşlarında, kısa boylu, tombul olan doktor sonuçları inceledikten sonra anneme döndü; "Kaç çocuğun var? "diye sordu. "Beş tane çocuğum var," dedi annem. "Kaç tanesi evli?" diye sordu doktor. "Üç tanesi evli, Doktor Bey. On sekiz yaşında bir oğlum ve on dört yaşında bu kızım bekâr," dedi bana bakarak.

                Doktor kafasını sallayarak, bana bakınca utandım. Gözlerimi yere diktim. "Bundan sonra annenin işlerini sen üstleneceksin küçük kız. Anneni bir süre hastaneye yatırmayı düşünüyorum. Çünkü annen çok çok üşütmüş. İyileşene kadar sen idare edeceksin evdeki işleri, ?dedi doktor.  "Tamam, " dedim sessizce. Boğazım düğümlendi, yutkundum. Ağlamamak için gözlerimi tavana diktim. Ben nasıl annelik yapabilirdim ki? Daha ben on dört yaşında bir çocuktum.

              Kapı açılıp içeri Dr. Cemal Süreyya, elindeki filmlerle birlikte girdi. Duvarda asılı bir panoya filmi yerleştirdi. Hayatımda ilk kez bir ciğer filmi görüyordum. Siyah-beyaz bir film. Tıpkı siyah beyaz fotoğraflar gibi. Tabi biz sadece ciğer filmi görüyorduk. Ama doktorlar...

               Prof. Dr. Hayrettin filmi incelerken ´´ Kesin yatırmalıyız ,´´ dedi. ´´ Ayakta tedavi mümkün değil." " Peki, hocam," dedi Dr. Cemal Süreyya.

               Babama işaret edip, birlikte çıktılar odadan. O sırada annem sessizce ağlamaya başladı. Yine işlemeli beyaz mendili elindeydi. Çok utangaç bir kız olduğum için, annemi karşıdan izledim. Yanına bile gidip sarılamadım.

               Yaklaşık yirmi dakika sonra Prof. Dr. Hayrettin odaya girdi. "Bak kardeşim," dedi anneme dönerek. "Şimdilik seni bırakıyorum, git evine yapılacak işlerini yap, devredilecek emanetlerini devret, çantanı hazırla gel. Seni hastaneye yatıracağız." Annemin gözyaşları sel gibi akıyordu. "Hastalığım nedir Doktor Bey? ´´ diye sordu annem. Doktor bir anneme bir de bana baktı. ´´ İleri derece zatürre ´´ dedi.

               Neydi bu zatürre ki, beni annemden koparıyordu. Az sonra babam da geldi. Biz de ayağa kalktık. Babam kasketini avcuna aldı ve elini doktora uzattı. Gözlerinde hüzün vardı babamın. Babam öyle her zaman kasketini çıkarmazdı başından. Saygı göstereceği biri varsa karşısında ya da ölüm kadar acı bir haber almışsa, acıdan kasketini avucuna alır, arkasına saklardı. Bir keresinde Akhisar´da alışveriş yaparken, Kaymakam Bey´in makam aracı önümüzde durdu ve babam hemen kasketini avucuna alıp yine arkasına saklamıştı. Ama o saygıdandı...

              Babam, annem ve ben... Hepimizin kafasında ayrı düşünceler, İzmir Garajına geldik. Annem babama usulca bir şeyler söyledi, anlayamadım. Babam annemin yüzüne bakmadan, gözleri yerde; "İnekleri satarım, yeter ki sen iyileş, "dedi. Annem çekingence babamın kolunu tuttu. Babamın gözleri hala yerdeydi. ´´ Bana bak! ´´ dedi annem. Babam gözleri sönmüş bir halde anneme baktı. Birbirlerine bakışları, otuz yıllık mutlu evliliklerinin mahvolduğuna dairdi sanki. Annemin gözyaşları süzüldü yanaklarından, babam gözlerini kaçırdı.

                Neler oluyordu ya... Bir süre hastanede yatıp çıkacaktı annem işte, iyileşecekti. Yine beraber tütün ekip, tütünleri toplayacaktık. Yine badana-boya yapacaktık. En güzel yemekleri yapmayı, annemden öğrenecektim. Annem iyileşecekti, başka çıkar yolu yoktu. Daha abim polis olacaktı. Ben okuyacaktım, öğretmen olacaktım.

             O akşam tüm aile toplandı. Hatta amcamlar, dayımlar da geldi. Hem oturma odası, hem misafir odası dolmuştu. Konu annemin hastalığı ve hastaneye yatacak olmasıydı. Herkes fikrini söylüyordu. Başka doktora götürün diyenler; hastanede yatsın iyileşsin, gelsin diyenler; Üniversite Hastanesi araştırma için hastaları kobay olarak kullanıyorlar diyenler...

              Babam son noktayı koydu. ´´ Pazartesi günü karımı hastaneye yatırıyorum. İneklerden üçünü satıyorum. Yetmezse diğer üçünü de satarım, daha da yetmezse Meradaki tarlayı satarım. Karım iyileşip eve dönene kadar bana yardımcı olun, yeter. Başka bir söze tahammülüm yok. ´´ deyip bahçeye çıktı.

               Pazar gecesi annem çantasını hazırladı. Bütün çocuklarını öptü okşadı. Torunlarını sevdi. Herkes evine çekilince, yataklarımızı yaptık. Ben Özgür Ağabeyimle aynı odada ama ayrı sedirlerde yatıyorduk. Annem önce ağabeyimin üstüne yorganı çekip onu öptü. ´´ Kardeşin sana emanet, ona iyi davran,´´ dedi. Sonra benim yatağımın kenarına oturdu. Saçlarımı okşadı. ´´ Körpe kızım.´´ dedi. "Her ne olursa olsun asla okulunu bırakma. Okuyup bir meslek sahibi ol, kendi ayaklarının üzerinde dur. Namusuna, şerefine sahip çık. Babanın başını öne eğdirme, zamanı gelince helal süt emmiş, babanın uygun gördüğü bir kişiyle evlen." "Yeter! "dedi ağabeyim gözyaşları içinde; "Sen bir daha hiç gelmeyecek gibi konuşuyorsun. Sen iyileşip geri geleceksin," dedi ağabeyim.

               Ben de ağlamaya başladım. Annem de ağlıyordu. ´´ Evet evladım. İyileşmek için hastaneye yatıyorum ama bu dünyada ÖLÜM diye bir şey de var," dedi annem. "Hayır, anne "dedi abim. "Asla o kelimeyi ağzına alma."

               Annem beni öptü. Saçımı kokladı. Sonra döndü, ağabeyimi tekrar öptü. Işığı kapatıp odadan çıktı. Uyudum mu yoksa hayal mi kurdum bilmiyorum? Ama annemi beyaz elbisesi ve beyaz başörtüsüyle bir arabanın içinde gördüm.

                Pazartesi sabahı annem hastaneye yattı. Sanki o yokken ev bomboş, virane, karanlık bir kulübeydi. Oysa her yeri yeni temizlemiştik. O gün hiç geçmedi. Akşam zorla oldu sanki. Babam akşam ezanı okunduktan sonra geldi eve. Hepimiz başına toplandık. Ağzının içine bakıyorduk. O koca çınar sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. O ağlayınca, bizler de ağlamaya başladık. Cemile Yengem bir bardak su verdi babama. Yarım bardak suyu zorla içti. "Anneniz kanser çocuklar," dedi. Hepimiz bittik o an. ´´Hani zatürreydi? ´´ dedi Mustafa Ağabeyim. "Geçen gün doktor söylemişti ama ben annenizin duymaması için hiç konuyu açmadım. Annenizin akciğerinde iki ayrı yerde tümör varmış. Kesik kesik öksürükleri ondanmış. Tedavi görecek ama doktor pek ümit vermek istemiyor. Yaşatabilecekleri kadar yaşatacaklar. Gerisi Allah´a kalmış. Hepinizden ricam annenize bunu hissettirmemeniz. Ona hep moral vermeliyiz. Ne kadar ömrü olursa olsun asla bu hastalıktan haberi olmamalı. O kendini (zatürre) oldu zannediyor, öyle de kalmalı." dedi babam.

              Hepimizin üstüne ev yıkılmıştı sanki. Gözyaşlarımız sel olup akıyordu. Hepimiz bir taraflara yıkıldık. Çok acı bir haberdi. Ne yani annemiz ölecek miydi? Hele ben daha on dört yaşında annesiz mi kalacaktım? " Allah´ım ne olur annemi iyileştir, onu bize bağışla,´´ diye dua ettim geceler boyu.

               Her iki günde bir annemin ziyaretine gidiyorduk. Bazen babamla ben, bazen ağabeyimle yengemler, bazen Özgür ağabeyimle ben... Yaklaşık bir ay boyunca annem tedavi gördü. Öksürükleri bir nebze azaldı ama kilo kaybı ve halsizlikleri arttı. En son babam gittiğinde doktorla görüşmüştü. Dr. Cemal Süreyya, annemin hastalığının çok hızlı ilerlediği ve hastalığın son evresinde olduğunu, yapılacak her hangi bir tedavinin kalmadığını ve bundan sonra ağrı kesici iğne ve hapların kullanılacağını söylemiş babama. Hatta hastaneden de taburcu edebileceğini, evde ağrıları olunca iğnelerinin vurdurulması için bir hemşire bulmamızı söylemiş. Babam da kabul etmiş. O gün hastanenin önünden bir taksi tutup annemi eve getirdi. Annemiz geldiği için hepimiz çok mutluyduk. Hatta komşular annemi ziyarete geldiklerinde tavuk sulu çorbalar getirdiler, anneme şifa olsun diye.

                Bir ay önce iri yarı kadın olan annem şimdi sıska, karasarı bir yüz, elmacık kemikleri çıkmış, gözleri sönmüş bir halde evimizdeydi. Ama olsun bizim sevgimiz onu iyi ederdi tabi.

              Annemi Özgür Ağabeyimin yattığı sedirde yatırıyorduk. Gerçi annem sıcağı pek sevmezdi ama Aralık ayında onu soğuk odada yatıramazdık.

              Yaklaşık on gün sonra annem her yediğini çıkarmaya başladı ve ağrıları gittikçe artıyordu. Vurulan iğneler, yuttuğu haplar ona artık iyi gelmiyordu. Annem her kustuğunda, kırmızı kırmızı et parçaları çıkıyordu kusmuğuyla. Annem görmesin diye hemen gidip tuvalete döküyordum. Artık tuvalete de gidemiyordu. Altına lazımlık koyuyorduk. Gerçi ne yiyordu ki ne çıkarsın...

             Aralığın son haftası annem iyice ağırlaşmıştı. Biz başında pervane gibi dönüyorduk. Ama annemi iyileştiremiyorduk. Annem gözümüzün önünde ölüyordu, biz sadece onun için dua edebiliyorduk.

                Yılbaşına bir gün vardı. Herkes yeni bir yıla girmenin heyecanını yaşarken, biz bilinci gidip gelen annemizin başucundaydık. Babam meradaki tarlayı satmış, tapusunu devretmek için Akhisar´a gitmişti. Annem bir ara gözlerini açtı.´´ Saat kaç? ´´ diye sordu. ´´ On bir buçuk ´´ dedim. Tekrar gözlerini kapadı, sessizliğine döndü.

             Öğlen ikide babam geldi. Annemin yattığı sedirin başucuna diz çöktü. Annemin başını okşadı. Bizler de diğer sedire sıralandık. ´´Ben geldim kocakarı´´ dedi. ´´Tarlayı sattım, seni tekrar doktora götüreyim mi?´´ diye sordu. Annem elini biraz kaldırdı. Babam annemin elini tuttu. Annem gözlerini araladı. ´´Hakkını helal et Selahattin,´´ dedi annem. Babam sessiz gözyaşlarını akıtırken, ´´Helal olsun´´ dedi. ´´Sen de bana hakkını helal et Mükerrem, dedi babam. "Yerden göğe kadar helal olsun,´´ dedi annem.

                Sonra annem kafasını hafifçe bizlere doğru çevirdi. Hepimiz ağlıyorduk. ´´Çocuklarım sana emanet´´ dedi babama. Annem tekrar gözlerini kapadı. Nefesleri yavaşlamıştı.

             İkindi zamanı, hepimiz annemin başındayken, annemin gülümsediğini gördük. Gözleri hala kapalıydı.

                Bir sessizlik, bir can çekişme ve gırtlakta atan son bir nefes...

             Ve sonsuza dek yanan yürek acıları...